DOLAR 32,9949 -0.11%
EURO 35,8195 -0.26%
ALTIN 2.528,010,83
BITCOIN 22505261,20%
Antalya
33°

AÇIK

02:00

İMSAK'A KALAN SÜRE

İBRAHİM UYSAL yazdı / BARIŞIN ONURUN BAĞIMSIZLIĞIN ADI LOZAN

İBRAHİM UYSAL yazdı / BARIŞIN ONURUN BAĞIMSIZLIĞIN ADI LOZAN
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Türkiye Cumhuriyeti tarihine nereden başlarsak doğru yere varırız?

Dedesinin adını bile bilmeyen  zavallı çıkıyor diyor ki, “Ben Osmanlı Torunuyum!..” Eyvallah.

Osmanlı, benim de ecdadım. Her ne kadar Toroslara pek sıcak bakması da Saray, yine de vefakâr insanları olarak, çok çekmişler de olsun. Devlettir, ne yapsa yeridir denilip, katlanılmıştır!..

Peki Osmanlı’nın tarihi ne zaman başlar?

Osmanlı İmparatorluğu/Devleti, Türklerin Oğuz Boyundan Osman Gazi’nin kurduğu ve Osmanlı Hanedanı’nın Hükümranlığında/ Yönetiminde varlığını sürdürdüğü, M.S 1299’da Söğüt’te Beylik olarak kurulmuş, zamanla başka Beyliklerin katılması ve Fetihler ile çok uluslu olan bir devlet olmuştur.

Buraya kadar tamam mı? Tamam!..

Peki Cumhurbaşkanlarının, Devlet Başkanlarının ve dahi “Milliyetçi- Mukaddesatçı- Muhafazakar”ların arkalarında koydukları o 16 bayraklar da neyin nesi?

Hani, “16 TÜRK DEVLETİ” diye!..

Peki ordu kumandanın böğürlerine  taktığı o bröve ne,  ve de üstünde ne yazar?

M.Ö 209!..

Yanlış anlaşılmasın bu “MÖ” Milattan Önce. Hani bazı Öküzlerin çıkardığı “Mööööö” sesi ile karıştırılmasın.

Yani Türk-Hun Hükümdarı Mete Han’ın ilk Orduyu kurduğu tarihtir bu Milattan Önce M Ö 229.

Her şeye iyi niyet ile baksak bile, haydi insandır cahildir, unutkandır unutur, bilemez, anımsayamaz diye baksak bile, koskoca Okumuş “alim” olmuş, adlarının önüne “Profesör, Dr, Hoca” gibi unvanlar almış olanlara ne demek gerek o zaman!..

M Ö 229’u unuttup  M.S.1299’a takılı kalmak da neyin nesi.

Bunlar iyi niyetle yaklaşımlar diye iki miyiz? Asla!..

Dünya tarihi, tek başına kişi, devlet ve milletlerin yazdığı ya da yazacağı bir tarih değildir; o yüzden de;

Sayın Yılmaz Dikbaş’ın 16 Kasım 2009 tarihli “SABANCI ÜNİVERSİTESİ NEREYE KOŞUYOR ve Tetikçi Prof. Dr. Cemil Koçak kimdir?” başlıklı yazısına bir göz atalım mı!..

Kayınpederi, “Jake Dauber, hemen konuya girer ve Cemil Koçak’a şunları anlatır. ABD, küresel imparatorluğunu kurmak için başlıca üç tür araç kullanmaktadır:

Tetikçiler

Çakallar

ABD Ordusu”.

Geçmişte ingilizler, günümüzde de Amerikalılar kendi ülke ve emperyal çıkarları için ellerinden geleni yapıyorlar.

Ha, şunu da söyleyeyim. Adamlar, senin yoksul köy delikanlıları okusun diye açtığın KÖY ENSTİTÜLERİNİ kapattırıp, sonra da o yoksul delikanlıları alıp yetiştirip, sana karşı kullanıyor ve sen trene bakar gibi bakıyor, hatta alkışlıyor isen, ben sana söyleyecek söz bulamazken ya da içimden saydırırken; kendi ülkesi, milleti, devleti için çalışan İngiliz’i, Amerikan’ı da alınından öperim.

Yazıyı ve konuyu uzatmamak için daldan dala atlayacağım ama:

Kişi, hem masasının arkasına 16 Türk Devleti Bayrağını Asar/koyar, böğrüne de  Kara Kuvvetlerinin M.Ö 209 yazılı brövesini takar, ardından da, binlerce yıllık tarihini unutup sadece Osmanlı Hanedanlına takılı kalırsa, ne demek gerekir.

Sonuç, Cemil Koçak’a Amerikan Derin Devletinin Adamı Kayınpederinin yukarıda söyledikleri ve Cemil Koçak’a yaptırdıkları ve söylettikleri çıkar

Atatürk’e hakaret içeren yayınları ve konuşmaları nedeniyle hakkında pek çok davası açılan ve hapis cezası alan Kadir Mısıroğlu, 1974 yılında çıkan Genel Af ile serbest kalır ve siyasete atılarak Millî Selamet Partisi Genel Yönetimine girer.

12 Eylül 1980 Darbesi’nden sonra da İNGİLTERE’YE  (Birleşik Krallığa) kaçar ve iltica eder. 1983 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartılır, 1991’de de Türkiye’ye geri döner.

“KEŞKE YUNAN GALİP GELSEYDİ” sözleri kulaklara küpe oldu mu bilemem ama, tarih notunu aldı.

“Lozan Hezimettir” diye 3 ciltlik kitaplar yazdırılıp, Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına hayali tarih ürettirilmesinin sizce, amacı ne olabilir?

Yine Cemil Koçak’ın Kayınpederi’nden devamla:

“Bu tetikçileri, mafya örgütlerinin eli silahlı ayak takımı ile karıştırmayınız. Bizim tetikçilerimiz, en üst düzeyde eğitim almış akademisyenler, mühendisler, ekonomistler, finans analistleri ve hukukçulardan oluşur. Bizim bu tetikçilerimiz, görevlendirildikleri ülkelerde uydurma istihbarat raporları hazırlarlar, yalana dayalı kitaplar yazarlar. ABD yandaşı sivil toplum örgütleri kurup yönetirler. Uydurma kamuoyu araştırmaları yaparak halkı yönlendirirler. IMF ve Dünya Bankası kredileri olmadan yürütülmesi imkânsız büyük yatırım projeleri yapıp uygulanması için hükümetlere dayatırlar…

İşte bizim danışmanlık şirketimiz MAIN, bu alanda çalışmaktadır. Eğer sen de bizimle çalışmayı kabul edersen, bizim bir “Akademik Hit Man”imiz olacaksın. Senden, akademik bir tetikçimiz olarak beklentilerimiz şunlar olacaktır.

Türk tarihini, özellikle de Türk Kurtuluş Savaşı tarihini tersyüz edeceksin!

Yayınlayacağın kitaplarla, yapacağın söyleşilerle Mustafa Kemal’i sıradanlaştıracaksın

Gerçi biz 60 yıldır Türk çocuklarının kendi tarihlerini okullarda öğrenmesini engelledik ama son yıllarda Türk halkına gerçek tarihlerini anlatan bazı yazarlar türedi…

İşte sen, bunların yazdıklarını etkisizleştirecek kitaplar yazacak, konuşmalar yapacaksın! Mustafa Kemal’i ve Türk Ordusunu halkın gözünden düşürecek, sözde bilimsel makaleler, kitaplar yazacaksın. Kısacası, Türklerin gerçek geçmişlerini belleklerinden itina ile temizleyeceksin!”

Osmanlı Devletinin son günlerini bilmeyen yoktur. Emperyal devletlerin işgallerini ve unutturulmaya çalışılan ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞINI da.

Osmanlı Saltanatına dayatılan SEVR ANTLAŞMASI (10 Ağustos 1920), 23 Nisan 1920’de açılan TBMM tarafından kabul edilmeyip, yırtılıp atılınca;

TBMM Hükümeti’nin Yunan kuvvetlerine karşı elde ettiği zaferin ardından Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından (11 Ekim 1922) sonra İtilaf Devletleri 28 Ekim 1922’de TBMM Hükümetini Lozan’da toplanacak olan barış konferansına davet ettiler.

24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Britanya İmparatorluğu, Fransız Cumhuriyeti, İtalya Krallığı, Japon İmparatorluğu, Yunanistan Krallığı, Romanya Krallığı ve Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı (Yugoslavya) temsilcileri tarafından, Leman Gölü kıyısındaki Beau-Rivage Palace’ta bir  barış antlaşması imzalanır.

Bu yüzden LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin TAPU SENEDİDİR.

Bu topraklarda yaşayanların kanları, canları ile kurdukları devletin mülküdür!..

Yok efendim 100 yıllıkmış, yok efendim şöyle-böyleymiş diyenlerin amacını anlamadıysanız, siz de sözüm yok. Olmasın da!..

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde başlatılan mücadele unutulmamalıdır.

Süreç şöyledir:

19 Mayıs 1919 Samsun’a çıkış, Amasya Bağımsızlık için isyan bildirgesi, Bağımsız devlet fikrinin ilan edildiği Erzurum Kongreleri ve 23 Nisan 1920’de açılan TBMM’den sonra, tarihimizin en şanlı sayfalarından birisi de, 20 Kasım 1922’de başlayan ve tartışmalar, kesintiler olsa da 24 Temmuz 1923’de Lozan’da imzalanan Barış Antlaşmasıdır.

Atatürk, TBMM’nin yurtsever üyeleri ve halkın desteği ile Lozan’a gönderilen Heyet Başkanı İSMET İNÖNÜ’nün diplomatik başarısı tartışılmaz .

Lozan görüşmelerinde İngiliz Heyeti Başkanı Lord Curzon’un İsmet İnönü’ye söylediği “Şimdi bu masada verdiklerimizi, yakında ekonomik zorluklar içine düştüğünüzde geri alacağız” sözleri ise kulaklara küpe olmalıdır.

Hiç kimse Lozan Barış Antlaşmasını hafife alıp senaryo yazmasın. Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedi alınmış ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kurulmuştur.

Bu sürecin uluslararası etkisi ise, 1.Cihan/Dünya/Paylaşım Savaşı sona ermiştir. Bitmiştir.

Tüm yurtseverlere, ülkesi için canlarını feda edenlere, Lozan’da tarih yazanlara ve hala Ülkesi- Milleti için çabalayanlara selam Olsun!..

Devamını Oku

İBRAHİM UYSAL yazdı / BAKANLARIN TÜRKÜSÜ

İBRAHİM UYSAL yazdı / BAKANLARIN TÜRKÜSÜ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Herkese “Merhaba”, bu merhabayı ister Halikarnas Balıkçısı diye de bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın “Merhabaaaaa!..”sı olarak alın, isterseniz sıradan bir selam.

Son zamanlarda Cahit Sıtkı gibi oldum, kendi kendine  “Zamanla nasıl değişiyor insan!/ Hangi resmime baksam ben değilim.

/ Nerde o günler, o şevk, o heyecan?/ Bu güler yüzlü adam ben değilim;/ Yalandır kaygısız olduğum yalan. “B

deyip, sabahları bazen Akdeniz’in, bazen de Ege’nin mavi sularında, akşamları ise, yöresel balıkların kalite kontrolünü yaptırıyor dostlar.

Bunları yarı şaka yarı ciddi olarak yazıyorum. Herkesin bir yaşam biçimi, bir etiği ve ilişki ağı vardır öyle de yaşar gider. Ben de, (biz de) geleneksel bir köylü ailede yetiştiğim için yaptığımı ya da yapmadığımı her boyutu ile düşünürüm. Savunduğum her şeyi sorgular ve hesabını da veririm.

Ben sol, sosyal demokrat düşünen (gençlik ve öğrencilik yılları sosyalist) bir yurttaşım. Dolayısı ile de hem dün hem de bugün yaptıklarımın ve yapacaklarımın hesabını vere vere yaşadım ve yaşıyorum da.

Bütün bunları kendimi anlatmak için yazmadım. Kimsenin de umurunda olacağını da sanmıyorum. Bence de olmasın!..

Ama şimdi yazacaklarım da bu ülkede yaşanmış bazı şeylerin neden hesabının yapılmadı ya da verilmediği ile ilgili.

Ülkenin tüm sahil bandında insan portföyü değişmiş.  O yerde yaşayanların dışındakileri “turist” sayacak olursanız, bu ülkenin yurttaşı olan turist de artık eskisi gibi değil. Gidiyor ise bir şekilde hesaplı, kitaplı bir program yapıyor ve bir kaç günlüğüne “tatil”ini yapıyor.

Peki ortalıkta kimler var?

Kimler yok ki!..

Esmer, kapkara, tipi bozuk, kılık kıyafeti ikinci gün ise kirlenmiş, buruşmuş, ekserisi erkekler.

Bazıları sabahları erkenden, nereden ve çıktıkları belli olmayan sahillerin liman ya da iskelelerden, bazıları ise bindikleri / bindirildikleri otobüslerden indikten sonra telefonlarından açtıkları yol bulma  (navigasyon) programları ile kalacakları (kaçak işçi olarak çalıştırılacakları) otel ve iş yerlerine yol alıyorlar.

Bir şekilde yola çıkanlar ise ya parklarda, ya sahil kenarlarındaki banklarda baş altlarına koydukları çantalarının ya da sahilde kumların üstünde sabahlıyorlar.

Artık ülkenin “kaçakistan” olduğu en yetkililerce de onaylandığına göre, demek ki bunları bekleyenlerce bir şekilde “hale yola konuluyorlar” demek ki!..

Emekliler, siyasiler ha bire emekli maaşlarından, hatta yetersizliğinden söz ediyor.

Siz, kurumlar (emekli sandığı, SSK, Bağ-Kur) yok edilirken acaba neredeydiniz, Planlama yok edilirken neredeydiniz?

Uluslararası standartlara göre “Sosyal Güvenlik Sistemi”nde 4 çalışana karşı 1 emekli olması gerekiyor; bizde staj ve çıraklar düşüldüğünde 1 emekliye 1,5 çalışan düşüyor.

Kamu yönetiminin görevi yalınca günü kurtarmak, günü yönetmek değildir.  Ülkenin ve yurttaşlarının yarınlarını da güvence altında tutmaktır.

Gelinen noktada Kamunun kusuru ortada.

Peki, Nasrettin Hoca’nın dediği gibi, “hırsızın hiç mi kusuru yok”, yani günün ya da yarın emekli olacakların bu süreçte hiç mi kusuru yok.

Bir kere yurttaş olarak bir şeyin farkına varalım.

Bir şeyin ya sahibi vardır ya da ortalık malıdır.

Devlet,  mülkün sahibidir.

İktidar / Hükümetler ise, ağanın malını, mülkünü yöneten kahya gibi Devletin malını, mülkünü bir sistem dahilinde yönetendir.

Kahya, Ağanın izni ve onayı olmadan bir şey yapabilir mi? Asla. İkinci gün kapının önünde bulur kendini.

Peki bu “Ağa’ devletin ağası kimdir, YURTTAŞLARI.

Yurttaşlar, kendileri adına yönetecek iktidarı (siyasi parti ya da partileri) nasıl seçiyorlar ise, o iktidarlar da ona göre yönetirler.

Fransız Devrimi /İhtilali bu konuda en açık örnektir. Fransız Sarayı’nın, Asilzadelerin keyifleri yerindedir. Kimse de umurlarında değildir. Hatta “Ekmek bulamazlar ise pasta yesinler noktasındadırlar”.

Gel gör ki feodalizm devrini tamamlamış, tasfiye edilmek üzeredir. Yeni sermaye düzeni kendi burjuvazisini de yaratmıştır. İktidara da göz koymuştur ama ittifak gereklidir. Bu zamanda da ittifak topraksız köylüler olmuştur ve 1789’da bir gün tüm dünyayı da etkileyecek FRANSIZ DEVRİMİ olmuştur.

Fransız köylüsü iktidara ortak olmuştur.

Her gün “beşli çete”, “ödeme garantili ihale” vb eleştiriler geliyor ama sonuç?

İktidar kimin lehine işliyor ise, onun iktidardır.

Gerisi “laf-ı güzaf”!..

Orhan Kemal’in sözü ile, “Önce Ekmekler bozuldu, sonra da her şey”!..

Nelerin bozulduğunun farkında olanlar, nelerin bozulacağının farkında olurlar!..

Devamını Oku

İBRAHİM UYSAL yazdı / GİDECEK YERİ OLMAYANLARA

İBRAHİM UYSAL yazdı / GİDECEK YERİ OLMAYANLARA
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Dalgın ve dargın değilim Cemal Süreya gibi hiç bir şeye ama her şey de bana o kadar yabancı ki!..

Öyle fotoğraflara da en ince ayrıntılara kadar da bakmıyorum. Televizyonlar, gazeteler, hele sanal basın, sanal ortam her şey zaten ulu orta.

İnsan bu evrenin en gelişmiş, en evrimleşmiş yaratığı, canlısı.

O yüzden “Uçmak için kuş olmak gerekmiyor”.  Azıcık gözümüzü açsak, çoktan kanat çırpmaya başlarız.

Oysa o kadar ağzı açık var ki, yarısı  ağzına bir şeyler konsun, avantası gelsin diye bekliyor.

Vicdan, terbiye, eğitim, insanlık. Hepside eğitimden geçiyor. Aileden, okuldan ve de çevreden.  Sonuç toplum ve millet ortaya çıkıyor.

Kimisi o kadar aç gözlü ki, bir yüzük ile başlayan yaşamı, hanlar, saraylar da doyurmuyor. Oysa, Ağrı’ya gidince baksa ki orada Osmanlı döneminde1600’lerin sonunda yapımına başlanan yüz yılda tamamlanan İSAK PAŞA SARAYINı görecek;

Azıcık gerilere gitse, Beyşehir’de Kubadâbâd Sarayı,  Kayseri’de Kubâdiye Köşkü’nü, Haydar Bey Köşkü’nü ve Hızır İlyas Köşkü’nü;

Oradan aşağıya inse, Konya’da Alaeddin Sarayı’nı ve Alanya’da da Alaiye Sarayı’nı görecek. Hepsi devasa birer yapı ama “ruhları” günümüz için ne kadar anlamlı. Çoğu, yıkık dökük. İstanbul’dakiler keza.

Kocaman şeyler beklemenin bir anlamı yok, oysa “küçük sevinçler olsun yeter” insana. İnsan olana.

Yaz geldi ya yine güneye düştü yollar.

Zaten içim buruk ve kırıktı Ankara’da Hastanelerin “Acil Servisleri”nde sabahlayan kılık kıyafeti anlamlı ama kırık, dökük ve kirli eli ayağı düzgün insanları;

Açlıktan karınları guruldasa da, tanımadıkları birinden bir çay bile içmeyecek kadar onurlu insanları görmekten.

Gele gele geldik güya turizm yörelerine. Sahillerde yol kenarlarında oturma bankları, çayır, çimen kuytu köşeler, hele hele şemsiye altları kumsallar birer acık hava oteli.

Çaresiz insanlar ile dolu.

Çocuklar bile sabahın köründe ellerinde bira şişeleri ile dolaşıyor.

Altta kumsala serilen kilimler, üstte de çarşaflar ile çorlu, çocuklu aileler.

Hele hele bir de dünya emperyalizminin elinde oyuncak olmuş zenci, kara yanık derili insanlar. Bütün bunları görünce yıllar önce Varlık Dergisinde okuduğum bir öykünün bir tümcesi aklıma geldi.

Her gün gittiği bara cebinde parası olmadan gittiği gün istediği bir kadeh viskiden dolayı yediği dayak ve kendisini baygın bulduğu gece ayazında atıldığı çöplükte uyanan İngiliz Maliye Bakanlığı üstdüzey yöneticisinin uyandığında kendi kendine söylediği söz:

“Demek ki bu ülkede, ONUR BİR KADEH VİSKİ BİLE ETMİYORMUŞ!.  Sözün bittiği yer.

Sokakta sokak hayvanları aç ve susuz.  Sahile bırakılıp kaçılan kedi ve köpekler, sahiplerinin izini koklayıp dönüp duruyor. Yol kenarlarında şehirlerde kuçaklardan düşmeyen köpekler, bırakıldıkları yol kenarlarında sahiplerini bekliyor, bir o yana bir bu yana döne döne.

Üç kuruşluk rızkını çıkarmak için dört karısı ile gelmiş arap turiste, bir şeyler satmaya çalışan yetmiş beşlik amca ve teyzelerden söz etmeye gerek yok ki.

Kim neyi bozdu, kim bu değirmene su taşıdı.

Elbette ki cehalet sevilir. Okuyup yazmaktan daha tehlikeli ne olabilir ki.

O yüzden gördüklerimin, yaşadıklarımın hepsi beni alıp alıp bir yerlere götürüyor.

İşte şimdi Cemal Süreya gibiyim. “Dalgınım; / Dalıp dalıp gidiyorum bu ara,/ Neyi nereye koyduğumu unutuyorum./ Dargınım;/ Kırıla döküle gidiyorum bu ara,/ İnsanlar o kadar acımasız ki;/ Kimi nereye koyduysam bulamıyorum…”

Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti yapıtına ”O güzel insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler” diye başlar ve bu tümce ile de romanını bitirir.

Ben de böyle başlamasam da, öyle bitirmek istiyorum.

Bu ülkenin yurtseverlerinin bu satılmış çılgınlığa “dur” diyeceğine inanıyorum .

İnanmak istiyorum.

Devamını Oku

İBRAHİM UYSAL yazdı / SİYASETİN TETİKÇİSİ KİMDİR?

İBRAHİM UYSAL yazdı / SİYASETİN TETİKÇİSİ KİMDİR?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Başlık böyle olunca, insanın içini acıtıyor. kuşku  ve kaygı kaplıyor. Güven duygusu kayboluyor.

Sebep ise çok basit. Siyasiler Yurttaşa gaz veriyor, yurttaş da siyasilere Oy. Böylece herkesin haklı bir gerekçesi ölüyor.

Orhan Veli’nin dediği gibi:

“Ne atom bombası // Ne Londra konferansı / Bir elinde cımbız / Bir elinde ayna // Umurunda mı dünya.// Kolunu kaldırmış koltuğu görünüyor / Entarisi sıyrılmış hafiften/ Biliyorum içinde kötülüğü yok // Benim de yok/Ama olmaz ki / BÖYLE DE YATILMAZ Kİ!..”

Oradan bakınca nasıl görünüyor bilemem ama, bu pencereden bakılınca memleketimin ve insanlarımın durumu bu.

Hiç kimse, hiç kimsenin ne derdinde, ne de sorununda bir ortak payda da.

“Ortak akıl mı?” O uzak diyarlara gitmiş.

Bütün bunları görünce de, gel de olanlara da kişilere de, Mazhar/Fuat/Özkan’ın o ünlü şarkısı gibi, “sen neymişsin be abi” deme

Kime sorsan, en iyi onun takımı, en iyi O’nun bayramı, en iyi onun adamı; en uzağı gören o, en doğru söz söyleyen o. En, en , en ,,,,O,  falan filan. “En”ler listesi uzayıp gidiyor.

Tamam da, nereye kadar bu BEN. BEN BEN. Yani, BENcillik!..

Niçin birilerinin CEHALETİ sevdiğini nasıl anlatayım ki. İşte cehalet bunun için sevilir.

Cehalette önemli olan gerçek ve doğru değildir ki. Önemli olan, günü idare etmek, çıkarı olduğu değirmenin dönmesi, bunun için de birilerinin o değirmene su taşımasıdır.

Peki ama nereye kadar?

Bugün romantikliğim tuttu; yazıda. Bilgesu Erenus’un dizelerini yazdığı, Timur Selçuk’un da seslendirdiği o şiir/ şarkıdan söz etmesem olmaz.

“Nereye Payidar, nereye, / Yokuş bayır demesen de /Dere tepe düz gitsen de / ÇIKMAZ BU YOL BİR YERE./……./

Şefle iyi geçinsen de/Bugün için sevilsen de /  Çıkmaz bu yol bir yere./  …. / Nereye Payidar, nereye / Gönlün yoksa ezilmeye /Sen de katıl direnişe / İşçilerle, işçilerle, İşçilerle el ele / Nereye Payidar nereye!..”

Öyle bir noktaya gidiliyor ki, hem de öyle süratle gidiliyor ki, inanılır  gibi değil.

Neredeyse toplumun bütün katmanları arasında hiç bir ortaklık kalmadı denilecek noktaya varılıyor gibi.

Tarihi dün, evvelsi gün, daha evvelsi gün olarak bilenler ya da öyle olduğu öğretilenler  bilsinler ki; bu sanal, ilkesiz ve günübirlik çıkarcı ilişkiler yumağı içinde oluşan birliktelikler, kof birlikteliklerdir.

Ortamlar, siyasilerin söylem, söylev ve demeçleri ile serbest atış yaptıkları gazete ve tv haberleri böyle göstermiyor olabilir ama halk, herkes her yerde burnundan soluyor.

Yazın sıcağı bir yandan, ekonomik dert ve sıkıntılar bir yandan, oğul ve kızın işsizliği bir yandan; ahali sıkıntıda. Duyan, gören olur mu ki!

Anadolu insanının bir anlayışı vardır:

“AÇ İSEN TOK GİBİ, KİR İSEN PAK GİBİ’ diye. Kim neyin farkında bilmem de durumu bu.

Yerel, genel fark etmez, “tekeri dönen” siyasilere ne sözüm olur ki. “Tekerlerine taş değmesin”.

Bu ahali  Anadolu’nun şu özlü sözünü önceden sıradan söz olarak bilirdi, yaşayarak öğrendi, “Fukaraya acıyan çok olduğunu, ancak kimsenin de bir parça ekmek vermediğini.”

Siyasiler de kendilerine sunulan show ve alayışa kanmasınlar, halkımızın burunundan soluyarak gösterdiği bu hoşgörüyü, daha fazla istismar etmemelerinde fayda vardır.

Yakın tarihte örneklerine bakmakta yarar vardır

Laf bolsun diye bilir-bilmez, olur-olmadık yerde kullanılsa da, “OSMANLI TOKADI” diye bir olay ve söz vardır. Biline.

Bu halkın genlerinde sabır olduğu kadar, “Osmanlı Tokadı”  atma yeteneği de vardır.

Bu memleket, ne muktedir PAŞAlar, SİYASİler, KİŞİler görüp “Defterlerini dürmüşlerdir”.

Belki bu yazdığıma kızacak çok kişi olabilir.

Onlara da başka bir not. Bu ahali, “balık hafızalı” olduğundan, dün olanları, bugün anımsamaz belki de..

Bilginiz olsun.

Devamını Oku

İBRAHİM UYSAL yazdı / TOPLUM NASIL ÇILDIRIR?

İBRAHİM UYSAL yazdı / TOPLUM NASIL ÇILDIRIR?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İnsanoğlunun evriminin en önemli ölçütlerinden birisi de, kişilerin toplumsallaşması, sosyalleşmesi ve örgütlenmesidir.

Bu ise önce aileyi, sonra topluluğu gelişince de toplumu oluşturur. Toplumların sosyalleşmesi ve örgütlenmesi bir üst yapıya gereksinim duyar ki, o da devlettir.

Devlet ise toplumların bir ve birlikte huzur ve güven içinde olmalarını sağladığı gibi, yaşanan günde olduğu gibi gelecekte de güvenlik kaygılarını giderir.

Kişiler de bunun karşılığında Devlete, vergi verir, askerli görevini yapar ve ona bağlılık duyar.

Yurttaşların önemli sorumlulukları arasında bunlar kadar önemli olan bir başka husus ise, bu işleri yapacak olan organizasyonu, yönetecekleri, yani iktidarı oyları ile seçerler. Yasalara uyarlar.

Devletin yurttaşlara olan görev sorumlulukları ise, bireyleri ve toplumun huzur ve güvenliğini sağlar.

Toplanan vergileri ve ekonomik kaynakları doğru ve yerinde kullanarak ülkenin, toplumun ve bireylerin ekonomik  kalkınmalarını, refahını ve iş güvencelerini sağlar.

Anlayacağınız Devletin kişilere, kişilerin de Devlete karşı sorumlulukları ve ödevleri vardır.

İşte burada Devlet ve Yurttaş kavramlarına dikkat etmek gerekir. Bilinen anlamıyla devlet nedir ve gücünü kimden yana kullanır.

Her ne kadar görülmemeye çalışılsa da, alt üst, orta sınıflar gibi başka sözcükler ile tanımlanmaya çalışılsa da, bir toplumda sınıfların olduğu kesindir.

İster sınıf, ister toplumsal katmanlar denilsin, bir toplum da emekçiler, çalışanlar ve sermayedarlar vardır, bir de bunların seçtikleri yöneticiler.

Sınıf mücadelesi” veya “sınıf savaşımı” kavramını ilk olarak  ortaya koyan Karl Markstır.  1848 yılında Friedrich Engels ile birlikte kaleme aldığı “Komünist Manifesto” adlı yapıtında:

“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” derler. Marks’a göre, kapitalizmde üretici olan ama bu pozisyonuna karşın üretim araçlarının sermayedarların (özel mülkiyetin) elinde olmasından dolayı sömürülen işçi sınıfının, bu sömürüden kurtulması için burjuvazinin iktidarına son vermesi ve üretim araçlarını kamulaştırması gerekmektedir görüşünü savunur.

Bu organizasyon bir devlet yönetimine, iktidarına gereksinim duyar, bu da yönetim erkini elinde bulunduranların ittifakı ile olur. Adı da Oligarşidir.

İlkel köleci toplumdan feodalizme, oradan kapitalizme geçilir iken, birçok savaşlar yaşanmıştır. Sermaye için olmazsa olmaz kararlarıdır.

Yurttaşlık bilinci, sorumluluğu ve görevleri; Devletin yurttaşlara karşı görev ve sorumluluğu, bunu sağlayan yasalar.

Dünyada bütün ekonomiler bir başka çıkar çevreleri ve ekonomik sistemlerin baskısı ve saldırısı altındadır.  Özellikle de ülkemizde 24 Ocak 1980 “ekonomik istikrar kararları” diye bilinen, kişi hak ve özgürlerinin kısıtlanması, devletin üretimden çıkarılması, eldeki maddi kaynakları yerli ve yabancı sermayedarlara “satılması” ile yepyeni bir devlet anlayışı ortaya çıkmıştır.

İktidarların yurttaşlardan topladığı vergilerin yetersiz kalması, devletin elindeki kaynakların “özelleştirme” adı altında satılmasını getirmiş, zamanla da ucuz iş gücüne gereksinim duyulmasından dolayı, “göçmen, sığınmacı, ilticacı” adı altında Asya’dan Afrika’ya, Ortadoğu’ya  kadar bir çok ülke yurttaşının ülkeye gelmesine, zamanla da “vatandaşlık” verilmesine kadar gidilmiştir.

Bir ev alarak binlerce Dolar getirenlere bile yurttaşlık verilmiştir.

İşte bu süreç kişilerin devlete bağlılıklarında güven bunalımına kadar varmıştır. Gençler bir yolunu bulup yurt dışına gitmenin yollarını aramaya başlamışlardır.  Bu ise yetişmiş insan gücü kaybını doğurmuştur ama henüz pek de farkında olduğu söylenemez.

Hastanelerde doktorların, okullarda öğretmenlerin, sokakta sıradan insanların sudan bahaneler ile öldürülmesinin en önemli nedenlerinden birisi de, kişilerin gelecek kaygıları, ülkelerine güvenlerinin kaybedilmesidir.

“Ben öldüm, kim ölürse ölsün” noktasına gelmesi, kişilerin yurttaşlık bilinçlerinin kaybedilmesi ile başlamış, devlete bağlılık ise sorgulanır hale gelmiştir.

Sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel bir çöküntü yaşayan toplum bireylerini de umutlandıramaz olmuş, bu güven kaybı ise silahlı saldırılara, insan öldürmelere, cana kıyılmalara ve mala zarar vermelere kadar varmıştır.

Bir toplum kendi elleri ile kendini nasıl çıldırtır.

Tarih bu Ortadoğu ülkesini acı bir şekilde anımsayacaktır!..

Tarihe kanıt olarak çekilen bir sokak fotoğrafında kendinizi bulursanız şaşmayın. Çıldıran toplumun sevgili üyeleri.

Devamını Oku