DOLAR 32,2053 -0.22%
EURO 35,1156 -0.22%
ALTIN 2.498,171,32
BITCOIN 21578210,74%
Antalya
26°

PARÇALI AZ BULUTLU

02:00

İMSAK'A KALAN SÜRE

İBRAHİM UYSAL yazdı / DOKTORU DÖVDÜK ÖĞRETMENİ ÖLDÜRDÜK

İBRAHİM UYSAL yazdı / DOKTORU DÖVDÜK ÖĞRETMENİ ÖLDÜRDÜK
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Öyle bir döneme geldik ki, artık iki satır yazmak bile içimden gelmiyor.

Neden mi?

Yanıtı çok ve basit.

Ne yazarsan yaz bir halta yaramıyor, sanki kendimi tatmin etmeye ihtiyacım var da, ortaya iki satır yazıp muhterem olacakmışım. Umurumda değil.

Memleketin en güzel yerinde doğmuş, aillelerinden birinde yetişmiş, hasbelkader son derce güzel bir bürokrasi yaşamı olmuş ve emekli olmuş birisi olarak, artık “ağzı olanın konuştuğu” bir ortamda polemiğe girmeye de hiç niyetim yok.

Tıpkı, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’ler dahil ülkenin bütün karanlık  günlerinin acısını ve sıkıntısını yaşayan  Avukat, Şair Necati Siyahkan’ın dizelerinde saydığı gibi bir düşünce ve yaşamımız oldu. O yüzden böyle basit ve sıradan şeyler, iki satır ile havalanacak, gaza gelecek günleri çoktan geçtik ve ben de  Necati Siyahkan gibi diyorum ki:

“Ve kavgasız geçen günlerimin neşesi yoktur.  /Yasamımızda/ Akvaryumlu meyhanelerde/ zümrüt yeşili gözlere/ türkü yakmak yok

Biz çoktan erittik/ Yüreklerimizin çelik potasında/ sütun bacaklı kızların/ gözbebeklerini

Yasamımızda/ Kilit vurulmuş/ yasak kapıları/ kırmak yok/ Açmak var”.

Neden buralara geldim. Yazayım.

Aylar önce televizyonlarda çıktı, kırsal kesimden (ben de o kırsal kesimde büyüdüm ama bana bir terbiye vermişlerdi) T.T isimli bir kadın sokak röportajında:

“25 sene önce doktorlar bizi azarlardı. Şu an biz doktor beğenmeyip doktor dövüyoruz”, diyecek kadar arsızlaşıyordu.  Elbette ki mesleğe hakaret, toplumdan infial yaratmak, gençleri suça özendirmek gibi bir dava ya da soruşturma da açılmadı bildiğim kadar.

Bu yetmez miş gibi, iki gün önce İstanbulu’un göbeğinde bir okulun müdürlüğünü yapan İBRAHİM OKUTGAN,  Suriye/Irak uyruklu bir öğrenci tarafından iki kurşun sıkılarak odasında öldürülüyordu.

Dahası, bu ülkenin aydını sayılacak, şu anda da Yunanistan’da yaşayan bir  yazar Sevan Nişanyan sosyal medya hesabından yaptığı ve bir çok basın yayın organında paylaşılan skandal paylaşımında, lise müdürü İbrahim Okutgan’ı silahla vurarak öldüren Irak/Suriye asıllı öğrenciyi savunup öğretmenlere ve Atatürk’e hakaret ettiği paylaşımları yapıyordu.

Sorun yaşanıldan ve bir çok kişin sandığından daha büyük.

Bir kere  “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir”, diyen ve Osmanlı’nın 72 buçuk milletinin 36’sını bir arada tutarak bir devlet kurup, millet yaratmış bir kişiye hakareti asla kabul edilemez.

Öğrenciyi abuk subuk düşünceleri ile savunan kişinin ermeni olması, İbrahim Öğretmeni öldüren kişin de Suriye/Irak’lı olması etnik acıdan suçlanmalarını gerektirmez ama ortada çok ciddi bir sorunu gösterir.

İngiltere, Yunanistan gibi bir çok ülke, TEMEL EĞİTİM sayılan İLK ÖĞRETİMİ özelleştirmeden, DEVLETİN KONTROLÜNDE  yapmaktadırlar, gerekçesi ise, ULUSAL BİRLİĞİN YARATILMASI ve Yurttaşların sağlıklı ve doğru bilgilendirilmesi.

Ülkede eğitimin özelleştirilmesi başlı başına bir sorun ama onu ileride yaşayanlar şikayet etsinler, ben ulusal bilinci kaybolmasına sebep olan ilk öğretimin özelleştirilmesine ve eğitim birliğinden uzaklaştırlmasına dikkat çekmek isterim.

Bir başka sorun ise, sığınmacı, göçmen, ilticacı adı altında mayınlar temizlenerek, gümrük kapıları gevşetilerek gelen  milyonlarca yabancı ile bir zaman sonra başka sorunlar yaşanacaktır.

Bu yaşanan olaylar umarım birlerini cesaretlendirmez.

Türkiye Cumhuriyeti’ni herkesin bir masaya yatırıp, neler oluyor bu zavallı ülkeme demenin vakti gelip geçmesin.

Açlık bir şekilde çözülür de, kimliksizlik, kişliksiz ve yurtsuzluk hiç kimsenin tek başına çözebileceği bir durum olmaz.

İsterseniz herkes başını ellerinin arasına alsın bir düşünsün.

Siyasiler, liderler gelip geçer de, yaşanacak yer bulmak zordur. Saddam da, Orta doğudaki liderler de gitti yeni liderleri geldi ama ülkeleri elden gidince soluğu Türkiye’de aldılar.

Siz soluğu nerde almayı düşünüyorsunuz?

Devamını Oku

İBRAHİM UYSAL yazdı / ANA TANRIÇADAN NENE HATUNA ANALAR GÜNÜ

İBRAHİM UYSAL yazdı / ANA TANRIÇADAN NENE HATUNA ANALAR GÜNÜ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Güngürmüşler derler ki, “insanoğlu zaman zaman sahip olduğunun değerini bilmez”!..  Bazen şöyle geriye dönüp bakınca pek haksız sayılmadıklarını görürüz. Bu yaşayanları kusuru olduğu gibi, yaşayanları yetiştirenlerin de kusurudur.

Anadolu denilen bu toprak parçası taaaa Neolitik Çağdan (M.Ö.10.000) başlar ve evrile evrile ikinci milenyumun (2.binyıl) ilk çeyreğine kadar gelir ve bizi bulur kuçağında.

Bu mayısın ikinci Pazar Günü de yine ANALAR GÜNÜ olarak kutlanacak, bu günleri yaşatanlara olduğu kadar bu günleri yaratanlara da bir minnet ve selam çakmadan geçmek olmaz ki!..

Anadolu, Ana Tanrıça, Kibele!..

Henüz yerleşik düzene geçilmeden de  İnsanoğlunun dişisi ve erkeği vardı. Kadınlar doğurdukları çocuklara bakarlar, eker, biçer ve o topluluğun yemesinden içmesinden sorumlu olurlardı.

Erkekler ise, yabani hayvanlar dahil, başka sürülere (insan grupları) karşı güvenlik ve avcılık işlerinde sorumlu idiler.

İlkel toplayıcı toplumlarda (tarım toplumu) henüz mülkiyet olgusu gelişmediği için, kadınlar da güçlü erkekleri kendi nesillerinin devamını sağlamak için eş seçerken, erkekler de doğan bütün çocukların doğal koruyucu babası sayılırlardı.

Kibele (Tanrıların anası), Anadolu kökenli bir ana tanrıçadır. Ana tanrıça inancı, birçok kültürde farklı isimlerle yer alır. Yunan anakarasında Rhea, Roma dönemi Mısır kültüründe İsis, doğurganlık ve bereketi temsil eden Efes Artemis’ine (İyon Kibelesi), kadar bir çok ana tanrıça figürleri vardır.

Bir çok öykülerin içinde yaşayan ve tarihte, Akdeniz çevresinde, Asya’da ve kuzey ülkelerinde birçok kültür ve uygarlıkta çeşitli Teoforik (tanrı adını taşıyan isim) isimlerle anılan bir çok Ana Tanrıça kültü ile karşılaşılır.

Anadolu’da yapılan kazılar, ana tanrıça figürünün MÖ 6500 – 7000’lere kadar dayandığını ortaya çıkartmıştır. Analığı, üremeyi, dişiliği, hayatın sürmesini ve dolayısıyla bereketi simgeleyen tanrıça, ayakta, oturmuş ya da uzanmış olarak düzgün vücudu ile her zaman oyularak  şekillendirilmiştir.

İlk çağlarda doğurganlığından dolayı TANRIÇA düzeyine çıkarılan KADIN, yerleşik düzene geçilip, mülk ve ganimetlerin ortaya çıkması, fiziki gücü ile bunları koruyacak erkeğin hegamonyası altına girmeye başlamıştır.

Feodal dönemde  tarım kültürünün hakim olduğu köyler gibi kırsal kesimde Kadın üretkenliğini sürdürdüğü için erkek ile yan yana olurken, kasabalarda evin içine tıkılmak zorunda kalmıştır. Şehirlerde sanayi ve ticaret toplumun gelişmesi ile birlikte biraz daha kadın sosyal yaşamın, üretkenliğin içine girmiş ve sosyalleşmiştir.

Kadının üretkenliğin dışına iltildiği toplumlarda kadına sadece “Analık” rolü verilmiş ve eve kapatılmıştır. Kırasal kesimde üretkenliğin içinde olan kadınlar ise her zaman tek başlarına ve erkeklerinin yanıbaşında olmayı başarmışlardır.

Kadının dününe baktıktan sonra bu gününe gelince, çok farklı kadın tiplemelerini görürüz. Burada başı açık, kapalı, giysisi şöyle, böyle tartışmalarına girmenin alemi yok, kusura bakmasınlar ama bunu 21 yüzyılda önce kadınlar düşünsün, dünlerine bakarak. Saçının bir telinin erkek tarafından görünmesi “günah” sayıp başını kapatan kadınların, üstlerine giydikleri giysiler ile her şeyin ortaya dökülmesini sorgulamak için bana en son sıra gelir sanırım.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ulusal kurtuluş tarihinden tutun da, bir çok alanda öyle kadınlar görürüz ki, erkeklere şapka çıkartılar.  Bu pazar “kadınlar günü”, o yüzden NENE HATUN ile sözü sürdürelim.

1857’de Erzurum’un Çeperli köyünde dünyaya gelir Nene Hatun. Rus ordusu Pasinler’i işgal edip Erzurum’a doğru ilerlerken, düşman işgali altında kalma endişesinden ötürü eşi ve çocukları ile birlikte Erzurum’a göç ederler.  Rusların Deveboynu Savaşı’ndan sonra Erzurum sırtlarındaki tabyaları da işgal etmesi üzerine Nene Hatun, 3 aylık oğlunu evde bırakarak şehrin savunmasına katılır.

Cumhuriyet artık kendi bayramlarını kutlamaya başlamıştır, bir 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlaması sırasında kendisine “3. Ordunun Nenesi”,  daha sonra da Türk Kadınlar Birliği’nin girişimi ile Türkiye’de ilk defa Anneler Günü’nün kutlandığı 1955 yılında da “Yılın Annesi” unvanı verilir.

Bu pazar da Dünyanın ikinci milenyumunun ilk çeyreğinin son yılları, kapitalizm emperyalist aşamasının en azgın dönemini yaşarken, kadın ve Anaların emeğinin  sömürülmesinin de zirvesinde olduğu yıllar.

Mayısın bu ikinci haftasının içinde vitrinlerde başlayan ve reklamlarda sürdürülen kadına özgü göstermelik tavırlar, düzenin ruhuna uygundur, keşke kadınlar, kadın dernekleri  ve analar da kendilerinin bir sömürünün aracı olmadığının farkına varıp, bu günlerini bir uyanış günü gibi kutlasalar DÜNYA NE GÜZEL OLURDU?

Mayıs’ın  bu ikinci pazarı, kadınların, ANALAR GÜNÜ KUTLU OLSUN!..

Devamını Oku

İBRAHİM UYSAL yazdı / TOPLUMLAR NASIL ÇÖKER

İBRAHİM UYSAL yazdı / TOPLUMLAR NASIL ÇÖKER
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Sanıyorum İnsanlık tarihinin en enteresan yüzyılı bu dönemler, ikinci milenyumun ilk yılları olacak gibi geliyor.

Doğada, uzvunu yiyen, başka canlıları yiyen bir çok canlı olabilir ama insan dışında kendi neslinin sonunu getirecek çabalar içinde olan varlık da maalesef yoktur.

Çok zorda kaldıkça, kapana kısılınca ya da bir yere sıkışınca kolunu, bacağını hatta kuyruğunu yiyen canlı vardır ama kendi neslinin geleceğini yiyen canlı yok, insan hariç.

Bir canlı türü düşünün ki, gelişmiş, evrimleşmiş; canlılar aleminin en tepesinde yer almış olsun ama bu canlı türünün bir takım çıkarlar uğruna tüm türün geleceğini yok edecek bir sürecin içinde olup, bunları yapsın, akıl alacak gibi değil ama çevrenize bir bakın neler göreceksiniz.

Hiç bir canlı türü sadece kendi türünü yamyamlık yaparak (kanibalizm) yok etmeye çalışmaz, bu zorunluluktan yaptığı bir şeydir.  Öyle bir döneme girdik ki, biyolojik, kimyasal vb bir çok savaş teknikleri ile insanlık olmasa da insanların en azından bir kısmını yok edilmeye çalışıyor; hem de insanlar tarafından.

İşte bunu dünyanın ekonomik, sosyal ve siyasal düzenini anlamadan anlatmak olanaksızdır.

İsterseniz bunu anlatmaya Sakallı Celal olarak bilinen düşünür, nihrir(Tecrübeli, bilgili kimse, mahir, alim)  deneyimli, bilgili kimse, olarak bilinen Sakallı Celâl’in bir kaç sözü ile başlayayım.

Bir Osmanlı Paşasının oğlu, Galatasaray Sultanisi (Lisesi) öğrencisi, öğretmeni Tevfik Fikret’in, “Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin”  sözlerine yaşamı boyunca sadık kalan kişi olarak;

13 Nisan 1909 günü, 31 Mart Ayaklanması olarak bilinen ayaklanmayı bastırmak üzere İstanbul’a Kurmay Başkanı, Kolağası Mustafa Kemal Bey (Atatürk) ile gelen Hareket Ordusunun eri olarak bile görev yapacaktır.

İşte gerçek yurtseverlik, bilgi ve adanmışlık ile böyle bir çevre ve eğitim ile oluyor.

Gelelim Sakallı Celal’in sözlerine:

“Meşrutiyeti ilan ettik olmadı, Cumhuriyet’i ilan ettik olmadı. Yahu biraz da ciddiyet ilan etsek!..”, haksız mı?

Bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir, çevrenize bir bakın!

İşte tam da bu günü anlatan en güzel söz: Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur, bir Üniversite Hocasının “ben cahilleri severim” demesi boşuna ve sıradan bir söz değilmiş.

İnsanoğlundaki zeka,  midyedeki inci gibidir, hepsinde bulunmaz (nokta)

Bütün bunları görüp yaşadıktan sonra, artık her yerde sık sık sözü edilen “şükür edin” sözlerinin bir anlamı olmalı, vardır da!..

Bu ülkenin aydını, okumuşu, okur yazarı o kadar eğitimden sonra ne öğrenmiş acaba?

Cumhuriyet dönemi Köy Okulları, Köy Kahveleri, Köy Enstitüleri ve Meslek Liseleri açarak yurttaşlarını aydınlatmayı, çağdaş dünya insanı olmayı amaçlar iken, bir bir bu okulları kapatanların asıl amaçları nedir, diyen soran olmaz mı?

Karanlıkta, kara şeyler görünmez, tıpkı toplumun yaşadığı karanlığın görünmediği gibi.

Karanlığa hayran hayran olmasa da, sessiz sedasız bakacağımıza, azıcık da olsa, AYDINLIK GETİRECEK ışığı fark etsek mi?

Konya ovasında oluşan OBRUKLAR, bir günde oluşmadı, altı suyla oyula oyula oldu. Bu toplum eğitimsiz değil, amaçlı bir eğitim ile gün be gün çökertiliyor ve herkes de sessiz sedasız bakıyor, izliyor.

Aaaa hepinizin en salağı ben miyim ya, tv haberleri ve programları başlamış, azıcık da ben seyredeyim!..

İzniniz ile!..

Devamını Oku

İBRAHİM UYSAL yazdı / ÖLÜM KARDEŞLİĞİ

İBRAHİM UYSAL yazdı / ÖLÜM KARDEŞLİĞİ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Yaşam çok ilginç ki, bazı olaylar ve durumlar öykülerinin adlarını bile kendileri koyuyor..

Üniversite bitmiş, askerlik yapılmış, bir de işe başlayınca artık taşrada sıra evliliğe gelir. Anlatacağım öykünün kahramanlarından her ikisi ile de tanışmamız bu zamana dayanır.

Üniversiteden arkadaşım olan kızı istemeye Antalya’dan, kalabalık ailem ile birlikte Muğla’ya gelmiştik.

İlk o sıralar tanışmıştık eşimin ailesinin komşusu ve kapılarının önündeki Şemsi Ana Türbesi ve Çeşmesi olan Sünnetçioğlu Ailesi ve Senay Abla ile.

Annem ve Babamların yaşında, evlenmemiş olsa da beni kardeşi ve oğlu gibi severdi. Hani derler ya ağzından bir “İbrahim” çıkınca, ardından bir “İbrahim” daha çıkardı.

Her bayram ya da yaz tatilinde uğrak yerimiz idi onların tarihi konakları.

Babaları Muğla’nın en eski ve ünlü Avukatlarından Av  Muhsin Sünnetçioğlu, Annesi ise, yine Muğla’nın köklü Ailelerinden, Muğla  Kuvay-ı Milliye Cemiyetinin Kurucularından İsmail Hakkı Terzibaşoğlu’nun kızı Zehra Teyze idi.

Annesi ve Babasının ölümünden sonra o kocaman konakta yalnız yaşardı ama onu, kapılarının önündeki türbesi ve çeşmesi olan yatır “Şemsi Ana” korurdu.

Kendisini en son taşındığı apartman dairesinde, yaşadığı hastalıktan sonra da ziyaret etmiş ve gayette zinde ve enerjik bulmuştum. Her zaman ki gibi övücü ve takdir dolu sözleri ile uğurlamıştı kapıdan.

Bugün kocaman adam olan adaşım İbrahim, Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesini kazanmıştı. Ekonomik durumları iyiydi ama bir öğrenci olarak kalacak bir yurt’a ihtiyacı vardı. Aile, evde kalsın istemiyordu. Derken, en yakın tanıdıkları biz idik ve yurt işi oluncaya kadar da bizde kaldı.

Bu yaşananlardan sonra her yaz yöreye gelince, Adaşımın Annesi Gülnar Teyze ve Mahallenin Muhtarı ve Bakkalı olan Günay Amca (Balcı) mutlaka bizi bir kaç gün Marmaris’te evlerinde ağırlamadan salmazlardı.

Bu bayram ziyaretine ettiğimizde Günay Amcanın Alzaymır hastalığı ilerlemiş,  neşeli ve sevecen o eski hali gitmiş, artık az konuşuyor ve belki de bizleri tanımıyordu.

Nisan’ın son günleri bir haber geldi, Günay Amca hastalanmış ve Marmaris’te bir Hastanesinin aciline kaldırılmış;

Aynı gün Marmaris Hastanesi Yoğun Bakım Ünitesinde yer olmadığından, Kuşadası’nda özel bir hastanenin yoğun bakım ünitesine ambulans ile havalesi yapılmıştı.

Haberi duyunca düşündüm, Marmaris’te çok iyi özel hastaneler var. En yakın Muğla’da kocaman Üniversite hastanesi ve özel hastaneler var; başka, yine yakın Fethiye, Aydın, Denizli gibi bir çok yerde özel ve Devlet Hastanesi varken, NEDEN o kadar uzaklıkta KUŞADASI’NDA özel bir hastaneye sevk edilmişti ki?

Derken, aradan bir gün bile geçmeden bu kez de  Senay Abla rahatsızlanmış ve Muğla’da bir hastaneye getirilmiş, o da bir gün sonra Kuşadası’nda özel bir hastaneye ambulans ile yoğun bakıma sevki yapılmıştı.

Yaşları 80’i geçmiş her iki hastanın yaşadığına akıl erdirmek zordu. Birisi Marmaris’ten, diğeri de Muğla’dan Kuşadası’nda özel bir hastaneye yoğun bakım için götürülüyordu.

Ailelerin ve çevrenin şaşkınlığı bitmeden, götürüldükleri hastanede iki gün bile olmadan acı haber geliyordu.

Bir Yeşilçam filminde olsa yaşananlara kimse inanmazdı.

Hem Senay Abla, hem de Günay Amca’nın cenazelerinin konulduğu cenaze nakil araçları ile; yorgunlukları geçti mi o kadar yoldan sonra bilemem ama bu kez de birisi Muğla’da, diğeri de Marmaris’te ailelerine, ÖLÜM KARDEŞİ olarak teslim ediliyordu.

Bu memlekette her şeyin SİYASETİ olur da, yaşamın siyaset olmaz.

Yıllarca Kamu’da üst düzeyde de olmak kaydıyla yöneticilik yaptım ama bu olanlara aklım ermedi. Acaba bir siyasi,  bu olanları aileler adına merak etse ne olur diye düşündüm.

Neden o kadar uzağa nakillerinin gerekçesini öğrenip, ailelere söyleseler, ne olur desem, ayıp olmaz değil mi?

Ateş düştüğü yeri yakar.

Ben kişisel olarak üzüldüm, her ikisini de çok özel şartlarda tanımış, sevmiş ve iletişimlerim olmuştu. Hastaların da, ailelerin de son yaşadıklarını kabullenmek zor, düşünmek bile istemiyorum.

Bu ülkede birşeyler oluyor da, herkes ne zaman merak eder, ben de merak ediyorum.

Hem yitirilen yaşamlara, hem hastaların, hem de aile ve yakınlarının yaşadıklarına üzgünüm. Toprakları bol, mekanları cennet olsun, derken acaba bu yaşadıkları birilerine gerçekten bu dünyayı cennet yapıyor olabilir mi; demeden edemiyorum!…

Devamını Oku

İBRAHİM UYSAL yazdı / YASAKLI 1 MAYISLARDAN BIKTIK

İBRAHİM UYSAL yazdı / YASAKLI 1 MAYISLARDAN BIKTIK
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bugün 2 Mayıs, dün de 1 MAYIS idi, sanki apayrı dünyanın ve zamanın günleri bunlar.  Bazı televizyon kanallarına bakacak olursak, dün ülkeyi, meydanları hele hele TAKSİM MEYDANINI ve İstanbul’un bir bölümünü düşman işgal edecekmiş gibi, sınır kapılarında göçmen, sığınmacı, ilticacılar geleceğin gerçek işgalcileri ve sığındırılmacıları gelirken alınmayan önlemler bu bölgede alınmış ve güya “kuş uçurtulmamış”!..

Neden?

Devlet, Millet, Yasalar ve Anayasa neden vardır;

Bir Ülke, iç ve dış güvenliği için binlerce asker ve polisi niçin istihdam eder?

Siyaset ülke yönetmenin bilimi ise, yıllardır bu ülkede neden ülke yönetmeyi değil da herkesin kendi seçmen kitlesini ajite edeceği bir süreç gibi görünür ve asıl sorunlar neden görmezlikten gelinir?

En baştan başlayayım.

Güya bugün yaşanan korkunun kaynağı, 1977 1 Mayıs’ı ise, o zaman olayı baştan adam gibi sorgulayalım.

Türk Devleti ve Cumhuriyeti 1920’lerde kurulmaya başlanmış ve adım adım Cumhuriyetin temelleri atılmış, demokrasiye de adım adım geçilmeye çalışılmıştır.

Toprak reformu gibi geniş kitleleri ilgilendiren bir çok yapısal reform için çalışmalar başlayınca, KÖY ENSTİTÜLERİNDEN başlayarak bir çok şey “tu kaka” yapılmaya başlanmış ve sıradan yurttaşlar kandırılmış ve Demokrat Parti uluslararsı güçlerin de desteği iktidar yapılmıştır.

Ülkenin bütün sorunları çözülmüş gibi, Kore’nin sorunlarını Amerikan çıkarları doğrultusunda çözmek için TBMM’de yok sayılarak KORE’YE ASKER BİLE GÖNDERİLMİŞTİR.

Bu ve benzer bir çok sorun ile iktidarın demokrasiye tahammülsüzlüğü İşleri çığırından çıkarmış ve o günün silahlı kuvvetlerince 27 Mayıs 1960 darbesi yapılmıştır.

Başbakan dahil üç kişinin idamı asla kabul edilemez ama gel gör ki, ülkede bu güne kadar yapılan en demokratik Anayasa da, 27 Mayıs anayasası olarak bilenen 1961 Anayasası olunca da denecek söz kalmıyor, bu ülkenin çelişkileri için!..

Yapılan bu demokratik anayasa, ülkede yurttaşların eğitimden tutun da siyasal bilinç ve örgütlenmesine kadar bir çok alanda çığır açmıştır.

Hatta bu bilnç o kadar ileri gitmiştir ki,  1960’lı yıllar boyunca süren halkın devrimci/demokratik bilnç ve eylemleri, 15-16 Haziran 1970 işçi direnişine kadar varmıştır.

Ülkede başlayan sosyal-siyasal uyanışın önünü kesmek; ordu ve bürokrasi içerisindeki  sol toplumsal bilinçlenmenin de etkisiyle devrimci/ilerici/sol görüntüsü veren bu kesimin de Üniversiteler dahil ülke genelinden tasfiye edilmesi gerkiyordu.

Hatta dönemin Genelkurmay Başkanı. Memduh Tağmaç bu sürece ilişkin 12 Mart askeri darbesinin gerekçesini  şöyle açıklıyordu:

Ülkede “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı, önünü kesmek gerekir… Sosyal uyanışın temelinde ekonomik nedenler aramak komünistlerin uydurmasıdır. Tüm olaylar anayasanın özgürlükçü özünden çıkmaktadır. Bu anayasa ve özgürlüğe açık yasalar değiştirilmeden olayların üstesinden gelinemez” diyerek de, emperyalist dünyanın deneyiminden yararlanan yerli ve yabancı tekelci sermayeye de selam çakıyordu.

Yaşanan 12 Mart darbesi süreci yetmemiş olacak ki, 12 Eylül 1980 darbesini, CIA Türkiye Masası İstasyon Şefi Paul Henze  Amerika Başkanı Jimmy Carter’a böyle bildiriyordu:

“[y]our boys have done it” (seninkiler yaptı/bizim çocuklar işi bitirdi!..)

Her nedense son kaç yıldır, ideolojilerin yok olduğu, sınıfların ortadan kalktığı yönünde halkı uyutma yöntemleri sonuç vermiştir.

Eğer sınıflar ortadan kalktı ise,  ülkeyi yöneten OLİGARŞI de neyin, nesidir.  Bu ülkenin kanını emen “beşli çete” denilen kişi ve kuruluşlar da neyin nesidir?

Bir ülke düşünün ki, nüfusunun neredeyse tamamına yakını, çok az bir kitle hariç, DOĞDUĞU GÜNDEN DAHA YOKSUL.

Peki, her yıl açıklanan gelişmişliği, kalkınmışlığı ve zenginliği tanımlayan REFAH PAYI ne o zaman, bu kimin cebine giriyor.

Ya ben sizin kafanızı karıştırmayayım, siz o kadar milletvekili ve başkan seçmiş kişilersiniz, her şeyi herkesten çok bilirsiniz, siz benim hadsizliğimi, hoş görün.

Gelelim 1977, “1 Mayıs”a!..

Yurdun dört bir yanından gelenler gibi tıfıl bir üniversite öğrencisi olarak Hacettepeliler ile birlikte ben de oradaydım.

Herkes çoşkulu ve örgütlüydü.

Bu durum birleri için hiç de hoş karşılanacak bir durum değildir.

Derhal cezalandırılmalı ve hadleri billdirlmeliydi.

Günler öncesinden TAKSİM MEYDANI ve çevresinde güvenlik önlemleri alınmış, meydana girişlerde de kuş uçutturulmamıştı.

İktidarlarını sürdürmek isteyen hakim sınıflar, her yerde örgütlenir ve bu temsilcileri de gerektiği yer ve zamanda gerekenleri yaparlar.

TAKSİMDE Herkes birbirine o kadar sıcak mesajlar veriyor, şarkılar, marşlar ile de İstanbul’u çınlatıyordu.

Her köşede güvenlik güçleri vardı. Su deposunun üstünde de, İnternational Oteli’nin tepesinde de.

Neden ve nereden çıktığı belirsiz bir kargaşadan sonra, su deposunun üstünden, otelden, kazancı yokuşundan kurşun yağıyordu miting alanında insanların ütüne.

Yaşamımda o gün yaşadığım göğüs sıkışması ile nefessiz kaldığımı anımsamıyorum. Yere düşenleri kaldırmak olanaksızdı.

Sonuçta 28 kişi ezilme ya da boğulma, 5 kişi silahla vurulma, 1 kişi panzer altında kalarak 34 (DİSK’in yayımladığı listede 36) kişi  yaşamını yitiriyor, yaklaşık 130 kişi de yaralanıyordu.

Bu durum elbette ki acı bir durum idi ama nedense bu ülkede sadece olaylar konuşulur ve anlatılır, üç beş aydın, yurtsever dışında  gerisi görmezlikten gelinir.

Aslında toplu gösteri ve mitinğler, birer mesaj içerirler. İktidar ve muhalefet gereken mesajı alsın ve çözüm önerileri üretsin diye.

Dün Taksime giriş yolları “1 MAYIS’I KUTLAYACAK EMEKÇİLERE” kapıtılarak, iktidar güç gösterisi yapmış ve MUHALEFET dahil herkese de gücünü göstermiştir.

İktidar 22 yıldır Devleti ve yönetimi tanımış ve gücü de eline geçirmiştir.  İktidarın sorunu ülkenin ekonomik kaynaklarını adil olarak dağıtamamasında yatmaktadır.  Bu anlayış ile yönetim sonucunda halk ekonomik olarak güçsüzleşmiş ve isyanını da 31 MART YEREL SEÇİMLERİNDE haykırmıştır.

SONUÇ olarak gelinen noktada iktidar alması gereken mesajları almış ve bu konuya çözüm için bir şeyler yapacaktır.

Umarım muhalefette gereken dersleri almış ve kitlelerin bu isyanını anlamıştır.

SORUN, “Devleti bilen, tanıyan” bir iktidar ile “Devleti bilip, tanımayan” bir muhalefette düğümlenmektedir.

Tabi bütün bunlar ortada iken, sadece şikayet edip, bazen alkışlayıp oy veren HALKIMIZA da, adam gibi adamları seçmek gibi bir görev düşmez mi?

Kendisi bilir.  Yine de son sözleri Nazım Hikmet söylesin mi:

“Akrep gibisin kardeşim,

korkak bir karanlık içindesin akrep gibi …. …..

….  ….. Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek

ve var olduğumuzu vermek için üzüm gibi eziliyorsak

kabahat senin,

— demeğe de dilim varmıyor ama —

kabahatın çoğu senin senin, canım kardeşim!”

Devamını Oku